Ruhun Bedendeki İzleri
Hastalıklar sadece biyolojik kökenli midir? Modern akım tıp hastalıkları biyolojik işlev bozukluklarıyla açıklamak eğilimindedir. Bütün hastalıkları biyoloji ile açıklamak derin bir bilgiyi yok saymamıza neden olur. İnsan biyopsikososyal bir varlıktır. Yani biyolojik, psikolojik ve sosyolojik olarak bütüncül bir şekilde insanı ele almak gerekir. Bedeni, ruhtan ve sosyal çevreden ayrı olarak değerlendirdiğimizde şifa da eksik kalır. Ruh bedeni etkiler, beden de ruhu… Beden ve ruh ise bir sosyal çevrede var olur. Bazı hastalıkların psikolojik alt yapıları vardır. İfade edilemeyen sözler, bastırılan duygular, yaşanan travmalar, değersizlik, yalnızlık, yetersizlik, sevgisizlik, suçluluk, utanç, öfke sadece ruhu hasta etmez. Bedende de kendini gösterebilir.
Hastalık bazen ruhta olan yaraya işaret eder. Aslında hastalıklar haritalar gibidir. Onu okuyabilecek bilgelikte olabilenler için bir yol gösterici olabilir. Yaşadıklarını hazmedemeyen gastrit problemi yaşayan, duygularını ifade edemeyip migreni olan, aidiyet hissedemeyen bu nedenle cildinde ültiker çıkan kişilerin sadece ilaçla tedavi edilmesi geçici bir rahatlama sağlar. Altta hastalığa götüren yol baki kaldıkça beden aynı yolla yeniden ve ya farklı yollar (farklı hastalıklar) bularak kendini ifade etmeye çalışacaktır. Bataklık durdukça sinek öldürmek sadece geçici çözüm getirecektir. Ruhun ihtiyacı yok sayılırsa beden şifa bulamaz.
Tıpkı beden gibi ruhun da ihtiyaçları vardır. Nasıl ki besin ve su olmadan beden yaşayamazsa ruhun da gıdaları vardır. Koşulsuz sevilebilmek, değer görebilmek, duygularını/ihtiyaçlarını ifade edebilmek, aidiyet hissedebilmek, kabul edilebilmek ruhun başlıca ihtiyaçlarıdır. Bu ihtiyaçlar çocukluk döneminden itibaren karşılanmadığında ortaya çıkan boşluk kişi tarafından farklı yollarla tamamlanmaya çalışılır. Çocuk sevilebilmek için boyun eğmeyi öğrenmiş ya da duygularının anlayabilecek bir yetişkin ortada olmadığı için onları bastırmayı tercih etmiş olabilir. Çocukken oluşan baş etme yolları sadece çocuklukta kalmaz. Yaş, beden büyür ama ruh karşılanmamış ihtiyaçta takılır.
Basit bir örnek verecek olursak ebeveynine sesini çıkartamayan çocuk; patronuna kendini ezdiren, potansiyelini gerçekleştiremeyen bir yetişkine dönebilir. Ancak bu durum sistemin içindeki gerilimi arttırır ve bir gün ruhun ifade edemediğini beden bir yol bularak ifade edebilir. Ortaya bir hastalık çıkar, hastalık sayesinde sistem bir nebze de olsa rahatlar. Hasta birey çareyi doktorda arar. Doktor hastanın eline ilaçlar verir ve bir de yanına ekler “stres yapma”…
Reçetelerde adı geçmeyen ancak en çok yazılan ilaçtır “Stresten uzak dur!”. Peki nedir insanı strese sokan? Bu soru genellikle yanıtlanmaz. Çok yük aldıran, ses çıkarttırmayan, kendini yok saydıran bir yapı strese mecburdur. Ancak stresten uzak durmak, ilaçları yutmak kadar basit değildir.
İyi haber şudur ki insan yaşam boyu gelişebilen değişebilen bir varlıktır. Bu inanç sistemlerinde de psikolojide de ana temadır. Dinde insanın değişebildiğini en basit olarak tövbe olgusunda görürüz. Tövbe insanın değişebilir olduğunun kabulüdür. Geri dönüştür, değişimdir. Psikoloji de insanın değişebilir olduğu üzerine inşa olmuştur. Ruhun yaralarını iyileştirebilmek için yaranın kaynağını bulmak gerekir. Hasta eden yolu değiştirmek gerçek şifayı getirir. Ancak insan kendine kör olabilmektedir. Göz her şeyi görür ancak kendini görmez. Göze kendini görebilmesi için bir ayna gerekir. İnsanın aynası da ilişkilerdir. Bir diğerinde kendimizi görürüz. Onun gözünde kendimizi görebileceğimiz sağlıklı bir ilişki bizi iyileştirebilir. İnsan ruhu ilişkide hasta olur, ilişkide iyileşir. Bu ilişkiyi bulabilmek önce bir sorun olduğunu fark edip bir arayışa geçmekle mümkün olur. Kendini arayan kendine uygun aynayı da eninde sonunda bulacaktır…


Yorumlar
Yorum Gönder